26 Aralık 2011 Pazartesi

Düşünceler...

Durmaksızın yürüyorum bu kıyılarda, kumla köpüğün arasında. Yükselen deniz ayak izlerimi silecek, rüzgar köpüğü önüne katacak, ama denizle kıyı daima kalacak.
Bugünün acısı, dünün hazzının anısıdır. Anımsamak bir tür buluşmadır. Unutmak ise bir tür özgürlük.
Yüreğimdeki mühür kalbim kırılmadan çözülebilir mi? Sevgililer birbirlerinden çok aralarındakini kucaklarlar. Arkadaşlık her zaman için tatlı bir sorumluluktur, asla bir fırsat değil.
Ancak büyük bir acı veya büyük bir sevinç senin gerçeğini açığa çıkarabilir. İşte böyle bir anda ya güneş altında çıplak danset, ya da çarmıhını taşı.
İnsanlık, sonsuzluğun dışından sonsuzluğa akan bir ışık nehridir. Şafağa ancak gecenin yolunu izleyerek ulaşılabilir.
Gariptir ki, kimi zevklerin tutkusudur, acılarımızın bir kısmını oluşturan.
Kişinin hayal gücüyle, düşlerinin gerçeklesmesi arasındaki mesafe, yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.

Cennet orada, şu kapının ardında, hemen yandaki odada; ama ben anahtarı kaybettim. Belki de sadece koyduğum yeri unuttum.
Kuş tüyünde uyuyanların düşlerinin, toprak üzerinde uyuyanlarınkinden daha güzel olmadığı gerçeğinde, yaşamın adaletine olan inancımı yitirmem mümkün mü?
Bana kulak ver ki, sana ses verebileyim.
Karşındakinin gerçeği sana açıkladıklarında değil, açıklayamadıklarındadır. Bu yüzden onu anlamak istiyorsan, söylediklerine değil, söylemediklerine kulak ver.
Söylediklerimin yarısı beş para etmez; ama ola ki diğer yarısı sana ulaşabilir diye konuşuyorum.
Yalnızlığım, insanlar geveze hatalarımı övüp, sessiz erdemlerimi eleştirmeye başladığında doğdu.
Bir gerçek her zaman bilinmek, ama ara sıra söylenmek içindir. İçimizdeki gerçek olan sessiz, edinilmiş olan ise gevezedir. İçimdeki yaşamın sesi, senin içindeki yaşamın kulağına ulaşamaz. Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım.
Sözcüklerin dalgası hep üstümüzde olsa da, derinliklerimiz daima dinginliğini korur.
Yaşam kalbini okuyacak bir şarkıcı bulamazsa, aklını konusacak bir filozof yaratır.
Zihnimiz bir süngerdir, yüreğimizse bir nehir. Çoğumuzun akmak yerine, sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!
Eger kış, 'Baharı yüreğimde saklıyorum' deseydi, ona kim inanırdı? Her tohum bir özlemdir. Öğretilerin çoğu pencere camı gibidir. Arkasındaki gerçeği görürsün, ama cam seni gerçekten ayırır.
Haydi seninle saklambaç oynayalım. Yüreğime saklanırsan eğer, seni bulmak zor olmaz. Ancak kendi kabuğunun ardına gizlenirsen, seni bulmaya çalışmak bir işe yaramaz.
Neşeli yüreklerle birlikte neşeli şarkılar söyleyen kederli bir kalp ne kadar yücedir. Yürüyenlerle birlikte yürümeyi yeğlerim, durup yürüyenlerin geçişini seyretmek değil.

Hayır, boşuna yaşamadık biz! Kemiklerimizden kuleler yapmadılar mı?
Özel ve ayrımcı olmayalım. Unutmayalım ki, şairin aklı da, akrebin kuyruğu da gururla aynı yeryüzünden yükselir.
Evim der ki, 'Beni bırakma, çünkü burada senin geçmişin yaşıyor.' Yolum der ki, ' Gel ve beni izle, çünkü ben senin geleceğinim.' Ve ben hem eve, hem de yola derim ki, 'Benim ne geçmişim, ne de geleceğim var. Eğer kalırsam, kalışımda bir ayrılış vardır; gidersem, ayrılışımda bir kalış.

Yalnızca sevgi ve ölüm her şeyi değiştirebilir.' Daha dün, yaşam küresi içinde uyumsuzca titreşen bir kırıntı olduğumu düşünürdüm. Şimdi biliyorum ki, ben kürenin ta kendisiyim, ve uyumlu kırıntılar halinde tüm yaşam içimde devinmekte.
Adlandıramadığın nimetleri özlediğinde, ve nedenini bilmeden kederlendiğinde, işte o zaman büyüyen her şeyle beraber büyüyecek ve üst benliğine uzanacaksın.
Ağaçlar yeryüzünün gökkubbeye yazdığı şiirlerdir. Ama biz onları devirir ve boşluğumuzu kaydedebilmek için kağıda dönüştürürüz.
Güzelliğin şarkısını söylersen eğer, çölün ortasında tek başına olsan bile bir dinleyicin olacaktır. Esin daima şarkı söyler; asla açıklamaya çalışmaz. En büyük sarkıcı, sessizliğimizin şarkısını söyleyendir. Eğer ağzın yemekle doluysa nasıl şarkı söyleyebilirsin? Ve eğer elin altınla yüklüyse, şükretmek için nasıl kaldırabilirsin?
Sözler zamansızdır. Onları zamansızlıklarını bilerek söylemeli ya da yazmalısın.
Şiir bir düşüncenin ifadesi değildir. O, kanayan bir yaradan veya gülümseyen bir ağızdan yükselen bir şarkıdır..

Halil Cibran..

19 Ağustos 2011 Cuma

GÖÇMEN ÇİÇEK..

Aykırı bir uçurumum yolunun üzerinde
Elini uzatacağın dalları yamacında saklayan
Birdenbire patlayan
Bir çığlığım sessizliğinde
Ele-güne karşı seni utandıran.
Yaz günü palto giyerim
Ceplerim dolu dolu şiir
Gören beni deli sanır
Adım kaçığa çıkar
keşke kaçsam
Keşke kaçabilsem şu dünyadan.
Aykırı bir şiirim kitabının arasında
Kargacık burgacık bir yazıyla yazılmış
Sondan okumaya başla
Nokta koy her dizenin önüne
Anlamaya calış..
* * *
Bedeninin bir noktasından dalıp
Yüreğini bulabilirim
Geceyse, başlar yastığa düşerse
Ve yorgunsa yüzün
Yıldızları soluğumla bir bir ateşleyip
Kandiller gibi başucuna koyabilirim..
Ey bütün tufanların ardında
Bulduğum dinginlik!
Göçmen çiçeği dünyanın
Kökleri ardısıra sürükleyen çılgınlık!
Madem ki yaşam bu
Madem ki taşın taş olmaktan öte
bir umarı yok
Bir türkü söyle kadınım
Yürüsün dünyaya mutluluk...
* * *
Yağiyor incecik bir yağmur dışarda
Yüzün çamurlar üstünde tüten buhur
Islak toprak kokusu
Doluyor odama
Sıkılıyorum
Kitapların üstüme yıkılacağından
Korkuyorum şimdi
Yel esiyor
Sökuyor duvardaki bir resmi
Yerine senin yüzünü koyuyor.
Yüzün şimdi karşımda
Yüzün akşam karanlığında
Toprağın üstüne bırakılmış
Bir demet çicek gibi parlıyor..
O zaman açıyorum
Bütün perdeleri
O zaman yakıyorum
Bütün ışıkları
Camları darmadağın ediyorum
Yüzünü avuçlarıma alıyorum
Alnını öpüyorum
Dünyayı öper gibi...
* * *
Sana uzanamadığım gün
Ellerim yok sanıyorum
Senin bakışlarını yakalayamadığım gün
Gözlerim yok..
O zaman bir yumruk
bütün gücüyle vuruyor
Eski bir piyanonun tuşlarına
Binlerce martı
Kayalıklara çarparak ölüyor
Ayışığı tutkal gibi
Yapışıyor pencereme
Açamıyorum perdeleri
Şiir yok artık
Türkü dindi..

a.erhan

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Ay TaNRıÇaSı..

Harabeler arasından yükselir gizemli bir aşkın ülkesi ,
Rüzgarda bir fısıltıdır
Yüreğini arayan genç bir çobanın sesi ,
Bu sahillerde derler ki
Derin olur Yıldızlı gecelerin uykusu,
Kimse bilmez
Ne zaman başlamış Bu garip aşkın öyküsü.
Kumsalda dolaşan bir ay tanrıçası
Çalar kaçarmış her gece
Uyuyan bir yalnız yüreği...

l.temiz.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Bilmece..

Benimkisi sessizlikkimsesizlik değil;
Her derdime çarem var ,
fakat benimkisi çaresizlik değilKorkularım ,sevinçlerim...
hepsini biliyorum;Ben herkesi seviyorum,
fakat benimkisi hissizlik değil.
Sözlerimi anlayan bir ben mi varım?
Çünkü kendi hislerimi yazarım.
Bazen olur insanlara kızarım,fakat benimkisi kırgınlık değil...

alıntı.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Haz ve Izdirap...

Sonra bir kadin konustu:
'Bize haz ve istiraptan bahset.' Ve o cevap verdi: 'Hazziniz, istirabinizin maskesiz halidir. Ve kahkahanizin yükseldigi ayni kuyu, sik sik gözyaslarinizla dolar. Baska türlü olabilmesi mümkün müdür?

Istirabin içinize kazidigi alan ne kadar derin olursa, o denli çok hazzi içerebilir. Ve sarabinizi tasiyanla, çömlekçinin firininda yanan ayni kadeh degil midir? Ve sesi ruhunuzu oksayan lavta, daha önce biçaklarla oyulan tahtayla bir degil midir? Kendinizi neseli hissettiginizde kalbinizin derinliklerine inin.

Farkedeceksiniz ki, size bu sevinci veren, daha önce üzülmenize neden olmustu. Üzgün oldugunuzde, tekrar kalbinize dönün. Göreceksiniz ki, daha önce sevinciniz olan bir sey için agliyorsunuz.
Bazilariniz, 'Haz, istiraptan daha anlamlidir' der; digerleri ise, 'Hayir, istirap daha anlamlidir'. Bense, ikisi birbirinden ayrilamaz, diyorum.

Onlar beraber gelirler. Ve siz, bir tanesiyle masanizda otururken, unutmayin ki, digeri de yataginizda uyuyordur. Gerçekte siz, hazzinizla istirabiniz arasinda bir terazi konumundasiniz. Sadece bos oldugunuzda, hareketsiz ve dengede kalabilirsiniz.
Bir hazine avcisi, altin ve gümüsünü tartmak için sizi kullandiginda, haz ve istirap kefeleriniz, ister istemez, yükselip alçalacaktir.'

Halil Cibran

17 Temmuz 2011 Pazar

DEMEDİM Mİ

Oraya gitme demedim mi sana,
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?

Bir gün kızsan bana,
alsan başını,
yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?

Demedim mi şu görünene razı olma,
demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,
onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
senin duru denizin ben'im demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben'im,
sıcaklığın ben'im demedim mi?

Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?


Mevlana Celalettin Rumi


Söyle, bunları sana hep demedim mi?
BİR GECECİK

Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik dostların gönlü olsun,
ne olur sabahı et bir gececik.

Bir gececik gözlerimiz seninle aydın olsun,
kör olsun şeytan bir gececik.
Dünyayı güzel kokular sarsın bütün.
Karanlıklardan ışıklar aksın ovalara.
Sofrandakiler dirilsin bir gececik.

Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik ata bin, meydana gel.
Gönüller bir gececik rahat olsun,
göğüsler meydana dönsün bir gececik.

Yeniler giyinelim biz kulların.
Musa gibi sen bir sopa al eline.
Sopa bir anda elinde yılan olsun.
Süleyman gibi sen karıncaların yanına var.
Karıncalar bir anda birer Süleyman olsun.

Ne olur, bir gececik kapısını çalma ayrılığın.


Mevlana Celalettin Rumi

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Bir Şey İnsana Ait ..

Son kadeh içilmiş,
son söz edilmişti.
bir düşünce sardı hepsini...
bir hatıra..
bir hırs..
bir kıskançlık...
bir yanıltı
bir kardeşlik..
bir yanlışlık..
bir kin..
bir ümid..
BİR ŞEY İNSANA ait..........

Asaf
Kımıltı ...

Bir ışık vardı..
Ben ona bakıyordum
O ışık sallanıyor sanıyordum.
Oysa hemen anladım,
Ki ben kımıldanıyordum.

Asaf.
Kelebek...

Son isteğin nedir?
Sorusu,
Çok, çok kolaydır,
ilk isteğin nedir?
Sorusundan.
Çünkü,
O soruyuKimse kimseye soramadı,
Korkusundan.

Asaf.

14 Temmuz 2011 Perşembe

KAÇ, GİZLEN, SUS

Ben ölmek için doğmadım..
Her gece yürüyüşlerimde
Bir yıldız kayar gökten
Ama hiç dilek tutmadım,
Kehribar tesbih misal
Hep yıldızlar saydım,
Yalnızlıktan kaçıp, ayın mehtabında dolaştım,
Kendimi gizledim vefasız aynalarda,
Kamufle olup sessizliğe sustum,
Ben kaçtım, ben gizlendim, ben sustum..

Ben ayrı dünya çocuğu..
Her gece ayın doğuşunda
Sancısını çekerim yalnızlığın,
Sonra firari fikirle yıldızlar sayarım,
Kaçarım esaretine düşmekten yalnızlığın,
Gök kubbesi altında gizlenirim karanlığın,
Yürürüm gecenin kucağına susarım,
Benim adıma doğan
Her Gündüz için, her güneş için
“To be or not be” önemli değil,
Her ne kadar asil bir eylem olmasa da
Ben kaçarım, ben gizlenirim, ben susarım..

Ben ölmek için doğmadım..
Her gece yürüyüşlerimde
Bir yıldız kayar gökten
Ama hiç dilek tutmadım,
Kehribar tespih misal
Hep yıldızlar saydım,
Ben kaçtım, ben gizlendim, ben sustum..

Ben ölmek için doğmadım
Ben ebedi yaşamak için öleceğim…


İBRAHİM SADRİ

Özlem ve Ben için

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Kendinin Celladı...

ne aşk acımasız cellat ne zaman hain..kalbin hazin aldanışında
kendinsin sorgulanan kan içre aldanmış demlerin yanışında

yurtsuz kuşlar gibi öfkeli bulutlar dolaşır tarumar hazanlarda
hışımla yağar sağanak aşk -başka baharlar coşar her uyanışında

sen zamanı elle gelmeyecek kalyonların yasıyla ağlayarak
giden görür ki ufkun sis giysileri ne güneşler solumakta

insanın celladı kendisidir ki kendi seçer yar olmayanı yar diye
kuru dalları güllerle donat-sonra da yaprak yaprak ağla soluşuna

en kırgın yerinden kalbini asmak düşer aşkı suçlayanların payına
ve geçmişini çekmek gözyaşından bir tespih gibi mülhem yanışında

darağaçları kur nafile kalmış kısır kuşsuz ve şarkısız dallardan
kurban da sensin yargıç da içinde biteviye dolanan ölü hulyalarda

son kalan güzelliğidir aşkın bağrında nazenin boyunlu gül
ey kendinin celladı as onu orada ve sakın ardından ağlama


adnan durmaz

26 Haziran 2011 Pazar

Yüregi Yalnız...

Bir şiir dinledim
Yüreği yalnız bir dosttan
Unutulacak kadar eski
Hiç unutulmayacak kadar güzel
Ve bir şiir okudum
Basit
Sade
Küçük
Bir aşka özel
Beğenmedi nedense
Gözlerine baktım
Yüreğini gördüm..Bomboştu
Alabildiğine......

L.umit temiz

23 Haziran 2011 Perşembe

KoNusMa(Ma) Lı...!


Sen hiç, yeni konuşmaya başlayan bir bebeğin ilk cümlelerine tanık oldun mu? Harfleri ağzından çıkarmak için nasıl çabaladığını gördün mü hiç? Ya da bir şey anlatmaya çalışan küçük bir çocuğun kelimeleri bir araya getirip meramını anlatmak için nasıl çırpındığını, o heyecanını, o telaşını gördün mü hiç?

Bu gün alt katta oturan komşunun 3 yaşındaki oğlu geldi. “Nuran teyze” diye başladı cümlesine, sonra birkaç kelime daha ekledi, eklemesine ekledi de ben anlamadım. “Ne istiyorsun Mesut?” dedim. Mesut iyice telaşlandı. “Nuran teyze…....”
yok anlamıyorum…
Sinirlendim. Mesut sessizce bana baktı. ‘Böyle olmayacak’ dedim içimden. Eğildim Mesut’la aynı hizaya gelip “hadi şimdi yavaş yavaş söyle, ne istiyorsun?” diye sordum. Mesut rahatlamış bir biçimde biraz da kekeleyerek “annem tuz istedi” dedi. “Oh, çok şükür” dedim, tuzu verdim gönderdim.

Kızım geç konuştu. Ne zor dönemlerdi bilemezsin. Anlatamadığı zaman sinirleniyor, hırçınlaşıyor sonra bana vurmaya başlıyordu. Ne dediğini anlayabildiğim zaman sakinleşiyordu. Ama anlayamadığımda bütün gün ağlıyordu.

İşte böyle bir şey konuşmak. Konuşmak, ama konuşurken susmamak.

Düşünüyorum da bence çoğumuz konuşmamıza rağmen aslında çok susuyoruz. Konuşuyoruz ama konuşmak istediklerimizi, anlatmak istediklerimizi hep erteliyoruz.

22 yıl oldu annemle konuşmuyorum. Hiçbir şeyimi bilmez. Hiçbir acımı hiçbir mutluluğumu, bana dair hiçbir şeyimi bilmez. O da 22 yıl önce beni susturmuştu. Bendeki de ne inat değil mi? Sustum mu böyle susuyorum işte.

Bazen beraber TV izliyoruz konuşmak için nasıl çabalıyor bilsen. Birilerini anlatıyor, geçmişi anlatıyor, duymuyorum, duyamıyorum. Duymayınca da konuşulmuyor be gözüm.

Kocamın aşkını dinleyecek kadar yürekli olan ben onunla da konuşmuyorum.5 yıl önce O da susturmuştu. O da bilmeyecek ne hissettiğimi, ne düşündüğümü, ne istediğimi. Ömrümün sonuna kadar bu şekilde sürse dahi hiç bir şekilde bana ait hiç bir şeyi bilmeyecek ona karşı da suskunluğum bitmeyecek…

Konuşurken aslında konuşmadığını fark etmek, korkunç bir şey biliyor musun?

Çok konuşurken aslında hiç de konuşmadığımı anladım bir süre önce… Ziyan olan bir ömürden başka bir şey değil bu.
Kahkahalar atarken aslında hiç gülmediğimi fark ettim sonra. Kendime ait birçok şeyi daha fark ettim. Meğer ne çok susmuşum, bak onu da yeni fark ettim.
Seninle konuşuyorum biliyorsun. Konuşurken gerçekten konuştuğumu hissediyorum. Her yazdığımda her sarf ettiğim kelimede tek bir cümlede çok şey anlattığımı görüyorum.

Susmak çok kötü ama konuşmakta bir o kadar güzel. Güzelden öte müthiş bir şey.

Konuştuğumu hissettiğim anlarda kutsal bir şey görmüş gibi hissediyorum. Sonra kendimi ayrıcalıklı biri olarak görüyorum. Kendime verdiğim değer artıyor ve sevgim ve saygım…

Eğer bir gün sende beni susturmaya kalkışırsan seninle de konuşmam biliyorsun. Sana karşı da susarım.

Tam konuşmaya başlamışken susmak...

Beni susturma olur mu? Seninleyken konuştuğumu hissediyorum. Bırak konuşayım. İzin ver konuşayım. İzin ver…
Çünkü konuşmak, çok güzel

alıntı..




20 Haziran 2011 Pazartesi

Susarız…

Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…

Susarız…

Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…

Susarız…

Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…

Susarız…

Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre…Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git lerle biraz da huzursuz bir bekletiştir susmak…

Susarız…

Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz…Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…

Susarız…

Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır belki…fark edilmesi ve onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır ya da aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…

Susarız…

Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…
Bir duruş, bir soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak…

Susarız…

Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can cana yızdır…Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiç bir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…

Susarız…

İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran…
Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak…

Susarız…

Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…

Susarız…

Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…

Susarız…

Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…
Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız…

Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…

E.Ardıc.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Sus(ma)malı İnsan...

Susmalı insan sırası ona gelince... Bazen bir anlık susmanın anlatabileceği şeyleri saatler süren konuşmalar anlatmakta yeterli olamıyor.

Bazen susuşlara saklanıyor sevgiler... bazen de nefretler... Her susuş beraberinde bir birlikteliği getiriyor yada ayrılığın soğuk duvarlarını örüyor araya. Söyleyecek, söylenmesi gereken çok şeyler olduğunda da susuyoruz çoğu zaman. Kendimize anlatıyoruz nedense karşıda ki dinlesin diye hazırladığımız hep 'ben' le başlayan uzun cümleleri.. Ve bitişlerde hep acabalar kalıyor aklımızda...


Her şeyi bitiriyoruz kimi zaman tek bir söz söylemeden, açıklama yapmadan. Susuşlara saklanıyoruz yine...Bırakalım da onlar anlasın diye...

Herşey bittiği zaman başlayan şeyler bazen güzel de olabiliyor ama hiçbiri sonsuza kadar sürmüyor. Sonsuz olacak bu defa diyerek başlanan her şey yarım kalıyor. Yarım hayatlarımıza bir de yarım insanlar ekliyoruz sonra. Ve her her seferinde savunmamız onları sonsuz sanmamız oluyor.

Tükeniyoruz yavaşça... Tüketiyoruz hayatı. Susuşlardan sıyrılıp yol oluşlara sığınıyoruz sonra. Gidiyoruz...uzanıyoruz sonsuza. Yolcular gelip geçiyor üzerimizden adlarını bile öğrenemiyoruz acelelerinden... acelemizden.

Her yolun vardır bir sonu deyip kendi sonumuzu keşfe çıkıyoruz. Vardığımız diğer yol ayrımları da aynı bizim gibi; hepsinin üzerinde izler var geçenlerden ve hiçbirini silebilecek kadar kuvvetli bir rüzgar yok ortalıkta.

Terk edilişler başlıyor sonra yapayalnız kalıyoruz... Kendi yarattığımız sessizliğe çakılıyoruz.

Ve diplerde aruyoruz sonsuzları. Karanlık sarıyor bizi... Karanlıkta buluyoruz geçmişe özlemi... Hayatlarımızı bırakıp geçmişe dönüyoruz, geçmişler varediyoruz kendimize yaşanmamış yaşanması istenen...

Ve artık yüzümüz yok, sesimiz yok, hayallerimiz yok. Cansız bedenlerde can çekişen ruhlarımız var sadece. Uzatmaları oynuyor ruhlarımız...

merve.
Ben Zaten Oldugumdum..

dilimin üstüne deniz koydum
dalga ictim tuz yedim doydum
ben sularda degil
susuzluklarda boguldum
ben kiyilardan degil
karalardan kovuldum
ne baliktim ne de yosun oldum
ben beni bende buldum
ben zaten oldugumdum

gözümün icine oturdum
hülyalarima dokunup rüyalarimi tuttum
ben aklimi degil
akilsizligimi unuttum
ben gerceklerden degil
gerceksizliklerden kovuldum
ne günesten düstüm ne de aydan
ben beni bende buldum
ben zaten oldugumdum

yüregimden gecen yola koyuldum
varmak icin degil
almak icin degil
ermek icin ve sadece vermek icin degil
görmek icin bilmek icin
ben istikametlerden degil
yanlis isaretlerden yoruldum
sana göre belki kayboldum
ama ben zaten akillilarla degil
yüreklilerle mutlu oldum
ben beni bende buldum
ben zaten oldugumdum

bir siir ölür
bir sair dogar
bir sair ölür
bir siir dogar
ölümde yasam
yasamda ölüm var..
yazila yazila satirlar kendi yazgisini anlar
aciya tatliya bagli kalmaz ki tadlar
yasamin aninda anlari var
askimin can icinde canlari var
ben beni bende buldum
ben zaten oldugumdum

M.Kayalı

17 Haziran 2011 Cuma

Bir Hayat Kayar..

hani, bir kitap okumaya başlarsınız...
ilk satırlarda çeker sizi içine...
öyle güzeldir ki anlatım…
tüm gerçeklik bir yana... o kurgunun içine kapılır gidersiniz...
öyle kapılırsınız ki... uzaklardan bir el uzanıp tutar ellerinizden...
alıp götürür… uzaklara… kokusu ulaşır size dağların,denizin,çiçeklerin...
bir meltem okşayıp geçer teninizi... dokunuşları hissedersiniz ya yüreğinizde...
hani, bilseniz de kurgu olduğunu... o akışı bırakmak istemezsiniz...
bir yandan merak edersiniz ... "ne olacak?" bilirsiniz oysa... hiç bir şey olmamıştır...
olmayacaktır... her şey sadece ihtimaller bütünüdür...

ve o ihtimaller öyle yaşanılası… ve o kurgu öyle gerçektir ki..
yaşadığınız ana baskın çıkar ya... ama nedense... “son” önemlidir hep...
o kitabın da sonuna ulaşmak istersiniz...
diğer yandan o kitabı bitirmek , o hayali tüketmektir… bilirsiniz….
her sonun bir tükeniş olduğunu öğretmiştir hayat size...
okumak - okumaya kıyamamak bir çelişki olur içinizde...
oysa, çelişki daha çekici kılar o kitabı... daha bir özümsemeye başladığınızı hissedersiniz o noktadan sonra okuduklarınızı...

her sayfada “son” a biraz daha yaklaştığınızı bilerek… her sayfada biraz daha kaybederek… her sayfada biraz daha tükenerek… ve içiniz burkularak o “son” sayfa…
kitabın arka kapağını kapatırsınız usulca…

siz dışarıda kalansınızdır…
her şey ilk sayfa ile son sayfa arasında, avuçlarınızdadır şimdi… sımsıkı tutarsınız birkaç dakikalığına ellerinizde…
hani, bitmesine kıyamadığınız… tüm güzelliğine rağmen devam edemeyeceğini…
gideceği bir yer olmadığını… sadece bir ihtimalin yaşandığını bildiğiniz… bir ilişki gibi… yüreğinizden bırakmak istemeden…
ama artık sadece dışından bakarak… sımsıkı sarıldığınız birkaç dakika gibi…
ve sonra… bir hayat kayar ellerinizden… kütüphane raflarındaki yerini alır… ara sıra sayfaları yeniden karıştırılmak üzere…

E.Ardıc

16 Haziran 2011 Perşembe

Olanları Tersine Cevirebilmek...

Bazen düşünürüz, bütün bunlar hiç olmasaydı diye...
Geriye dönmek isteriz, her şeyin başlangıcına...
Kaybettiğimiz birinin yine yanımızda olmasını arzu ederiz, ölülerimizin dirilmesini isteriz ümitsizce, onlarla bir kez daha, ama bu defa sonunda ölümün var olduğunu hiç aklımızdan çıkarmadan, birbirimizi hiç incitmeden, her anın tadını çıkararak, usul usul yeniden yaşamak isteriz.
Düzeltmek için bir türlü fırsat bulamadığımız yanlışlarımızı düzeltmek isteriz, söyleyemediğimiz her şeyi söyleyebilmek ve yarım kalanları tamamlayabilmek isteriz. İçimizi yakan yanlış anlaşıldım duygusundan bütünüyle kurtulmak için, yarattığımız bütün izleri ve izlenimleri silip, baştan başlamak isteriz.
Hangi hataları yapabileceğimizi bilerek, hiç olmadığı kadar baştan başlamanın ne kadar mükemmel olabileceğini hayal ederiz.
“Keşke öyle demeseydim” dediğimiz her şeyi öyle dememiş olmayı isteriz.
Başımıza gelenleri geriye döndürebilecek gücümüzün olmasını hayal ederiz.
Ama bunu gerçekleştiremeyiz.

Geriye dönemeyiz, ölülerimiz dirilmez, onlarla bir kez daha ve ölümün var olduğunu hiç aklımızdan çıkarmadan yaşayamayız. Düzeltemediğimiz yanlışlarımız hep öyle kalır, söyleyemediklerimiz de söylenmemiş olarak.. sözcüklerimiz bir buz parçasındaki kristaller gibi birbirine kenetlenerek donmuştur çoktan.

Yarım bıraktığımız hiçbir şeyi geri dönüp tamamlayamayız. Böyle bir fırsat elimize geçse bile, yarım kalan şey, artık bizim bıraktığımızdan çok farklı görüneceği için bize, onu tamamlamanın aynı şey olmadığını anlarız. Yarattığımız izler ve izlenimler asla yok olmazlar.

Başımıza gelenleri geriye döndüremeyiz. Ama böyle bir gücümüz olsaydı da bunu kendi lehimize çevirebileceğimizi pek sanmıyorum. İnsanın kendi doğasına hükmetmesi pek kolay değildir çünkü. Ama başımıza gelenler de, kaderin bir oyunu değildir.
Disraeli: “ Kendi geleceklerimizi kendimiz hazırlar, sonra da buna kader deriz,” diyor.
Her şeyi, önceden ve değişmeyecek biçimde düzenleyen esrarlı bir gücün, hayatımızdaki olumsuzlukların sorumlusu olması aslında bizi teselli eder, “Kader böyle istedi” diye geçiştirmek isteriz.
Yanlış seçimlerimiz, aldanışlarımız, yersiz tepkilerimiz, yeteneksizliğimiz, teslimiyetçiliğimiz çoğunlukla kaderin koruması altında değil midir? Kader kendi kendimize sormamız gereken bazı soruların, duymak istediğimiz cevaplarını taşır sanki.
Bu cevapların bizi özgürleştirdiğine inanmak istesek de, öyle olmadığını derinden hissederiz aslında.

Korkak hayatlarımızın, yarım kalmış aşklarımızın, düzeltemediğimiz yanlışlarımızın, kötü seçimlerimizin, kötü yönetilmelerimizin, vazgeçemediğimiz garantilerimizin kaderini hep ‘kader’ mi tayin eder? Peki kaderin oluşumu neye bağlıdır?
Kendi hayatımızın kaderini oluşturmak bize bağlıdır.
Başımıza gelenleri tersine çevirmek ve en başa dönmek istediğimiz zaman da, yeni bir başlangıç yaparken de, sadece bunu hatırlamamız gerekir.

“Kendi geleceklerimizi kendimiz hazırlar, sonra da buna kader deriz,” çünkü.

P.Barısda.
BEKLEYEN

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni,
Bırak vehmim de gölgeni,
Gelme artık neye yarar....

Necip Fazıl KISAKÜREK

15 Haziran 2011 Çarşamba

Kıssadan Hisse..

Ebu Sufyan’ın oğlu Muaviye, Hazreti Muhammed’e uzun süre direnmiş, en geç Müslüman olanlardandır.Adamın Müslümanlığı geç ama 630’da Müslüman olmuş, on yıl sonra Hazreti Ömer, adamı Suriye Valisi yapmış...Muaviye, Peygamber’in torunu Hazreti Ali ile hep çekişirmiş...* * *
Muaviye’nin Suriye Valiliği sırasında Hazreti Ali de Kufe’de...Kufeli bir tüccar, satacağı malları devesine yükleyip Şam’a varmış; biri, Kufelinin devesine sahip çıkmış:“Bu dişi deve benimdir!”* * *
Tartışma büyümüş, Muaviye’ye kadar varmış. Zaten Şam ile Kufe geçinemiyor, Muaviye koca bir meydanda davayı başlatmış; Şamlıya sormuş:“Bu dişi deve kimindir?”“Benimdir!”Sonra cemaate sormuş:“Bu dişi deve kimindir?”Cemaat bir ağızdan cevap vermiş:“Bu dişi deve Şamlınındır!”Muaviye’de kararını açıklamış:“Bu dişi deve Şamlınındır!”* * *

Kufeli şaşkın şaşkın, neye uğradığını anlayamadan, Muaviye adamı yanına çağırmış:“Bana bak, sen de ben de biliyoruz ki, bu deve dişi değil erkektir, sen Kufe’ye döndüğünde burada olanları Ali’ye anlat, de ki, Muaviye’nin adamları erkekle dişiyi, deveye değil, Muaviye’ye bakarak tespit ediyorlar.”Kıssadan hisse...Asırlar, yüzyıllar geçse de insanlar değişmiyor, adları Muaviye olmasa bile...* * *

Geçen gün birini gösterdiler:“Herifin biti bile işine yarar!”Merak ettik, sorduk:“Kimdir, diye sormayacağız ama, sen bu lafın nereden geldiğini bilir misin?”Hayır, bilmiyormuş, biri söylemiş, hoşuna gitmiş...Anlattık...* * *

Osmanlı’nın en hırsız, en rüşvetçi Sadrazam’ı, Hırvat asıllı Rüstem Paşa’dır, öldükten sonra öyle bir serveti ortaya çıkmıştır ki, kaç çiftlik, kaç dönüm arazi, say sayabildiğin kadar... İşte bu adam, Padişah Kanuni Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’a talip olur.Hemen dedikodu başlar:“Rüstem Paşa cüzzamlıdır!“Nasıl anlaşılacak?O günkü tıbba göre, cüzzam olanda bit bulunmazmış.

Birkaç adamı Paşa’nın çevresine salmışlar, bakmışlar samur kürkün yakasında bitler dolaşıyor, demek cüzzam değil!Halk hemen hicvetmiş:“Olacak bir kişinin bahtı kavi, talihi yarKehlesi dahi mahallinde anın işe yarar”“Kehle”nin bit olduğunu da söylemek gerekiyor.Kıssadan hisse.Her şey, her yerde işe yarar, yeter ki kullanmasını bilmeli.Kullananların hali ortada, kullanamayanların da...* * *

Nef’i’den ibret alsınlar.“Ne dünyada sefa bulduk, ne ehlinden ricamız varNe dergâhı hüdadan maada bir ilticamız var.“El etek öpmek, yaltaklanmak, “yandaş” olmak varken Nef’i’ye özenirseniz, “Biz Allah’tan başka kimseden korkmayız!” derseniz, akıbetiniz Nef’i gibi olur, kelle gider.Herhalde buna da “kıssadan hisse” istemezsiniz.Kıssası da içinde, hissesi de...

H.Pulur.

14 Haziran 2011 Salı

KADERCİLİK

İslamdaki kader kavramı pek anlaşılmayan bir konudur. Bir çok kişi kadercilikten dolayı küfre, şirke ve ateistliğe varan bir sürece girmiştir.
Kaderi, farklı bir bakış açısı ile ele alırsak  anlaşılabileceğini düşünüyorum.

Kader kavramındaki kafa karıştırıcı soru şudur; ''Madem Allah (c.c) bizim sonumuzun ne olacağını biliyor. Bizim yaptıklarımızın ne önemi var, sonumuz belli.'' deniliyor.

Kesinlikle doğru Allah (c.c) bizim sonumuzun ne olacağını daha doğmadan bilmektedir. Peki nasıl bilmektedir. Bunu insan olarak düşünürsek tabiki kavrayamayız, bizler çeşitli sınırlamalar altındayız(beden, mekan, kütle, zaman vs..) . Bu yüzden bakış açımızı değiştirmek zorundayız.

Allah (c.c)'ın vasıflarından biri zamansızlıktır. Zamandan bağımsızdır, bizim için olacak olan şey onun için olmuş ve bitmiştir. Kainatın varlığı ve sonuda birdir. Başlangıç ve son diye bir zaman kavramı olmadığı için. Bizim doğumumuz ve dünyadan göçüşümüz onun için olmuş ve bitmiştir. Hangisi önce derseniz, ikiside aynı anda diyebiliriz.

Bundan ötürü kendi irademiz ile yapacaklarımız hayatımızı değiştirmektedir. Kendi irademiz dışında olanlara ise kader denilebilir.

Eskilerin deyimi ile ''Eşşeği sağlam kazığa bağla, gerisini Allah (c.c)'a havale et''

13 Haziran 2011 Pazartesi

Biz de Bakmaktan Hoşlanırız...

Beğendiğimiz erkeklere bakmaktan hoşlanırız, tıpkı erkeklerin beğendikleri kadınlara bakmaktan hoşlandığı gibi.

Göz göze gelmeye bayılırız ve gözlerimizdeki fitilin onları ateşlemesini umarız.

Yay gibi güzel vücutlu, bakışlarından alevler fışkıran güzel adamları beğeniriz ve onlara uzun uzun bakmaktan zevk alırız.

Bizim için zevk ciddi bir şeydir. Onları seyrederken şayet buna değecek kadar çekici görünüyorlarsa, bakışlarımızla onları kutsarız.

Biz sadece bakarız ve zevk almak için baktığımızı bilmek bile yeter bize.

Bizim bakışlarımızın onları nasıl çocuklaştırdığını izleriz, tepkilerinin o sıradaki iç yaşantılarını ele verdiğinden habersiz olmalarını seyretmekten hoşlanırız.

Kendi kendilerine yüklendikleri ilk adımı atma görevinin onları nasıl her defasında yeni yetme bir delikanlı gibi şaşkına çevirdiğini görürüz.

Böyle zamanlarda erkeklere nedense hep basit bir incelik ve sadece umutsuzlarda görebileceğimiz rahat bir davranış hakim olur. Bize yaklaşmak istedikleri o an, bizi hiç tanımadıklarını biraz da korkuyla karışık hissettikleri tek andır aslında. Ama bu duygu, düşünceye geçecek zaman bulamadan yok olduğu için bir daha hiç hatırlamazlar.

Bazen o sırada gülümsememiz, onları anladığımızı göstermek içindir. Onları korkutan bizdeki o şeyden korumak isteriz onları. Bilinmez olduğunu sandıkları şeyi bilinir kılarak onları sakinleştirmek isteriz.

Onların da işi pek kolay değildir, biliriz.

Biz beğendiğimiz erkeklere bakmaktan hoşlanırız, tıpkı erkeklerin beğendikleri kadınlara bakmaktan hoşlandığı gibi.

Ama bizim onları sevebilmemiz için, yay gibi güzel bir vücuttan ve alevler fışkıran bakışlardan daha farklı şeylere ihtiyacımız olduğunu biliriz.

Bazen aradığımız derinliklerin, duyarlıkların ve inceliklerin, kasları kıvamında gelişmiş, bakışları alev alev yanan bir yakışıklıda olmasını hayal ederiz ama tam bu sırada aklımıza Thomas Mann’ın “Değişen Kafalar” adlı o muhteşem hikayesi gelir. Bir Hint efsanesinin anlatıldığı hikayede, bir tanrıça iki erkeğe aynı anda aşık olur.

Biri yay gibi muhteşem vücudu olan ama duyarsız ve sığ bir yakışıklı, diğeri ise olağanüstü ince ruhlu, derinlikli ve bilge bir kişiliğe sahip ama hiç de çekici olmayan göbekli biridir. Tanrıça sevdiği iki erkeğin kafalarını değiştirmeyi o kadar şiddetle ister ki bu dileği yerine getirilir. Artık yay vücutlu yakışıklı olan aynı zamanda derinlikli bilge bir kişiliğe sahip olmuştur, diğeri ise hem şişman hem de sığ ve duyarsızdır...

Ama tanrıça yine de mutlu olamaz, bilge ve ince ruhlu sevdiği, dış görünüşe hiç aldırmadığı için kendi vücudundan da tanrıça kadar etkilenmez; yer, içer ve kısa zamanda eski şişman haline döner. Diğeri ise bu dünyada var olma sebebi yakışıklılığı olduğu için sabah akşam spor yaparak vücuduna eski formunu verir.

Kafaların içi değişmediği için dışını değiştirmek hiçbir işe yaramamıştır.

Biz sevmek için neye ihtiyacımız olduğunu bilir, o tanrıça gibi hatalar yapmayız pek.

Belki bizi bazı erkeklerden ayıran da budur.

P.Barısda

İz Bırakmak..


İz ve iz bırakmak, insanlık tarihinin temel dürtüsü oldu, bugüne dek. En amaçsız görünen insanın bile, beyninin kıvrımlarında gizlenmiş bir dürtüdür, iz. Dürtü olarak kalmasına izin vermeyenler, somut çalışmalara yöneldi her zaman. Bilimden sanata, yaşamın her alanında görebiliriz bu çabaları.

Temel sanat, yaşamdır. İnsan gibi yaşamak, çok insani bir istektir. Bazı insanların iz bırakma çabaları bu sanata yöneldi. Önce kendisine, sonra ailesi, ülkesi ve insanlığa yararlı çocuklar yetiştirmenin önemini kavradılar; onların iz bırakma çabaları da, insan oldu. İnsanlığa yararlı insan…
Çoğu kez yüksek sesle söylenmese bile, iz bırakma çabaları; her zaman anılmak istenen izlere dönüşemedi, ne yazık ki!

İnsanlık tarihi, iyi amaçlarla yola çıkıp, yıkımlara neden olanların sıkıcı, anılmak istenmeyen örnekleriyle iç içe geçmiştir. Erken çağlarda bulunan ateş, insanlığın yaşamını kolaylaştırırken; insan yakmak için bile kullanıldı, hiç düşünülmeyip, bir an bile duraksamadan. Çağlar boyu değişiklik gösterirken, öldürme gücü artan silahlar, savunma değil, saldırı amaçlı kullanıldı, çoğu kez.

Düşünmeye, anlamaya çalışırken merak etti. Sorular sordu kendisine. Yanıtlarını ararken, ölümle sona eren yaşamını anlamlandırmaya çalıştı.

Diğer canlılardan farklı olduğunun farkındaydı. “Ölümüm ve sonrası da farklı olmalı,” diye düşündü. Bu düşünce iz bırakmaktan çok, izin yitirilmemesi düşüncesine götürdü insanı.

Önceleri belli belirsiz, sonraları düşüncelerinde yaşattığı yerlerde, sonsuza dek yaşayacağına karar verdi. İnanç düşüncesi doğdu. Doğumundan sonra, kaçınılmaz ölümle yok olmayacağını düşündü, yaygın olarak. Ölüm sonrasını düşünerek yaşamaya başladı. İz bırakarak değil, iz olarak, sonsuza dek yaşayacağı düşünceleriyle geçti uzun çağlar..

Ayrıca, en zeki kabul edilen insanların beyin gücünü, ancak yüzde onlar düzeyinde kullandığını da düşünürsek; insanlık olarak yapılacak daha çok işimizin olduğunu, emekleme döneminde olduğumuzu bile söyleyebiliriz.

İz bırakma çabaları da, aslında hepimizde var olan bencilliğin bir yansımasıdır. Ancak ne güzeldir ki, bazı insanlar bu duygularını kontrol altında tutabilmekte, en azından amaçlamaktadır.

Bu nedenlerle iz bırakma çabaları önemlidir. Bu amaç için gayret edenler, takdire değerdir. Ancak, insanlık olarak ortak bir amaç haline getirebileceğimiz kuşkuludur. Daha şimdiden 4,5 milyar yıl ömrü olan gezegenimizi, yaşanmaz hale getirmek üzereyiz. Üzerinde insani anlamda yaşam olduğu bilinen tek gezegeni…
Uzun bir yolculuk vardır insanlığın önünde. Tek bir insan ömrüne sığmayacak uzunluktaki yolculuğumuzu sürdürmek için yapmamız gerekenler vardır. Ancak, üzerinde yaşadığı gezegeni insani olarak paylaşamayan insanlık umutları azaltmaktadır, ister istemez.

İnsan olarak, insanlık olarak yapmamız gerekenler vardır; umutsuzlukların umutlara dönüşebilmesi için. İz ve izler bırakmayı amaçlayan insanlar, bu anlamda bir kez daha önemlidir.

Bugünkü uygarlığımızı ve yaşamı kolaylaştıran her değeri, o insanlara borçluyuz. Borcumuzu ödemek adına, iz bırakamıyorsak bile, bırakılan izlere gereken değerleri vermeliyiz. Bununla da yetinmeyip, izlemeliyiz, yaşamlarımızı kolaylaştıran izleri.

İz bırakmak güzeldir. “Benden sonra tufan” demeden iz bırakabilmeye çalışmak; ölmeden, ölümsüzlükle sonsuza taşıyacaktır, insanlık yok olmadıkça yaşamları ve yaşamlarımızı…

A.Özturk.
MUTLULUK

Gayet büyük bir sarayın içinde bir locadayım. Saray duvarları yüzlerce küçük loca ile dolu. Her locada bir insan oturuyor. Sarayın salonu ise binlerce insan alacak kadar geniş.
Salonun ortasında sıralanmış tahtlar var. Birisi diğerlerinden daha yüksekte duruyor. Tahtlarda yüzleri peçeli, heybetli insanlar oturuyor.
Birisi ayağa kalkarak konuştu:
“Geçmiş ve gelecek tüm insanların namına ‘beşeriyet’ gelmiş. Meclisimize bir suali varmış. Münasip bulursanız gelsin” dedi.
Mecliste bulunanlar başlarıyla onayladılar.
Sefil kıyafetler içinde, sakat, hasta ve zavallı ‘Beşeriyet’ sararmış çehresiyle ürkerek içeri girdi. Reis vekili hitap etti:
“Ey Beşeriyet! Otur. Rahat et ve sualini sor.”
Beşeriyet oturmadan dedi ki:
Oturmak ve rahat etmek mi? Yüzbinlerce yıldan beri oturup rahat edecek vakit mi buldum? Bir taraftan geçim sıkıntısı ve ihtiyaçların tazyiki, diğer taraftan bedenimdeki bin türlü hastalık… Rahat etmeye imkân yok. Bu kadar zor şartlar altında intihar etmeden varlığımı sürdürmem çok zor. Bu intihar düşüncesi beni rahatsız ediyor. Hiç olmazsa bu sefalete niye katlandığımı ve niçin intihar etmediğimi birisi bana izah etse”
Beşeriyet son derece dertli ve çaresiz idi. Meclisi zavallı ‘beşeriyet’in ümitsizliği ve karamsarlığı kaplamıştı. Birisi ayağa kalkarak Beşeriyet’i teselli etmek için şunları söyledi:
“İnsanı hayata bağlayan bin türlü lezzetler ve çeşitli beşeri bağlar var. Ama hayat denilen şey ise kısa bir ömür ve binlerce dert ile keder dolu. Buna rağmen herkes onun peşinde koşmaktadır. Bunun hikmeti nicedir, kimse bilmez.
Hayat insanı bir an rahat bırakmaz. İnsan doğunca ağlar, bebekliğinde, çocukluğunda içi yana yana ağlar. Gençliğinde dünya tazyikinden sessizce feryad eder, kimse duymaz. Bitmez tükenmez beklentileri vardır. İhtiyarlığında ise yüz bin meşakkat ve sıkıntı çeker.
Ecel vakti geldiği zaman bitmeyen ömrün sadece ‘bir an’dan ibaret olduğunu anlar. Bunca sefalet bir an için miydi der.
Hayattaki bu zevk ve kıymet, akıllı kimseler için Allah’ın kudret eserlerini seyretmek; cahiller için de yemek ve şehvetten ibarettir.
Ârifler zevk ve keder denilen şeylerin Hakk’ın cemal ve celal esmasının birbiri ardınca tecellisi olduğunu bilirler.
Cahiller ise ‘Celalsiz’ bir ‘Cemal’ peşinde koşmak;
hayvani acısız, elemsiz, kedersiz bir ömür sürmek sevdasındadırlar.
Zevkleri hemen unuturlar acıların ise özellikle kendilerini bulduğunu iddia ederler.
Ve ömürleri Hz. Celal’e isyan ile geçer. Hz. Cemal’i ise tanrı edinmek isterler”.
Beşeriyet bir ah çekti ve:
“Doğru, doğru… Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; hayattan tiksiniyorum, onsuz da edemiyorum. Sonsuz mutluluk nedir? Bunu izah ediniz” dedi.
Reis vekili:“Bu meseleyi ancak ‘ilmin ve irfanın efendisi’ halledebilir” dedi ve meclis beklemeye başladı.

Uluların Cevabı

Saraydaki senfoni sustu. İlmin ve irfanın efendisi geldi. Meseleyi anladı. Mecliste bulunanlara sıra ile söz verdi.
İbrahim a.s.
“Sonsuz mutluluk; çalışmak, kazanmak ve kazandığını insanlarla paylaşmaktır” dedi.
Musa a.s.
“Sonsuz mutluluk; nefsini, Firavun gibi insanın başına bela olan aşırı isteklerden arıtmaktır”dedi.
Çin diyarının âlimi Konfüçyüs,
“Sonsuz mutluluk; bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktır” dedi.
Eski Yunan’ın mistik filozofu Eflatun (Platon),
Sonsuz mutluluk; her şeyin hiç bozulmayan ideal özünü daima akılda tutmaktır” dedi.
Eflatun’un talebesi akıl ve mantık uzmanı Aristotales,
“Sonsuz mutluluk; tüm eşyayı ve tüm olayları cinsine göre sınıflayıp mantık süzgecinden geçirmektir”dedi.
Orta doğunun gizemli insanı Zerdüşt,
“Sonsuz mutluluk; aydınlığın karanlığı yok etmesidir” dedi.
Hinduizm’in büyük üstadı Brahma,
“Sonsuz mutluluk; nefsinin her isteğine tersini vermek ve zannımızın aksinin doğru olduğunu anlamak” dedi.
İsâ Mesih a.s.
“Sonsuz mutluluk; geçmişi unutmak, şimdiki hali hoş görmek ve geleceği düşünmemektir” dedi.
Lokman Hekim,
“İnsanlar bu kavramı elde edemedikleri her şeyi ifade edebilmek için icad etmişlerdir” dedi.
Hızır,
“Sonsuz mutluluk; gönüle bitmek tükenmek bilmeyen isteklerin girmemesidir. Böyle bir gönül her an her yerde bir hayalet gibi tecelli edebilir” dedi.
Buda, ayağa kalkarak,
“Ey Beşeriyet! Sonsuz mutluluk; evrenle bütünleşip yok olmanın diğer adıdır. Nirvana! Nirvana!”dedi ve oturdu.
Salonun ortasındaki beşeriyetin başı döndü, sendeledi ve yere düşerek, “Hangisi doğru?”dedi.

Beşeriyetin İlacı

İlmin ve irfanın efendisi ayağa kalkarak;
“Ey Beşeriyet!
Mutluluk,
hayatı olduğu gibi algılamak,
hayatın sırtımıza yüklediği yükleri taşımak
ve
her şeyin daima daha mükemmele gitmesi için
üzerimize düşeni yapmaktır!”
dedi.
Beşeriyet ayağa kalktı. Canlı ve dinç bir sesle;
“Ey ilmin ve irfanın efendisi!.
Her boyutun tanıdığı bilgi kaynağı!.
Her beşerin kendi levhi mahfuzundaki
‘okunası bilgileri’
irsal etme sisteminin kurucusu!
Beşeriyetin dertlerini anlayan
Ve
ilacını tam olarak tavsiye eden
yalnız sensin sen”
dedi.