26 Haziran 2011 Pazar
23 Haziran 2011 Perşembe
Bu gün alt katta oturan komşunun 3 yaşındaki oğlu geldi. “Nuran teyze” diye başladı cümlesine, sonra birkaç kelime daha ekledi, eklemesine ekledi de ben anlamadım. “Ne istiyorsun Mesut?” dedim. Mesut iyice telaşlandı. “Nuran teyze…....”
yok anlamıyorum…
Sinirlendim. Mesut sessizce bana baktı. ‘Böyle olmayacak’ dedim içimden. Eğildim Mesut’la aynı hizaya gelip “hadi şimdi yavaş yavaş söyle, ne istiyorsun?” diye sordum. Mesut rahatlamış bir biçimde biraz da kekeleyerek “annem tuz istedi” dedi. “Oh, çok şükür” dedim, tuzu verdim gönderdim.
Kızım geç konuştu. Ne zor dönemlerdi bilemezsin. Anlatamadığı zaman sinirleniyor, hırçınlaşıyor sonra bana vurmaya başlıyordu. Ne dediğini anlayabildiğim zaman sakinleşiyordu. Ama anlayamadığımda bütün gün ağlıyordu.
İşte böyle bir şey konuşmak. Konuşmak, ama konuşurken susmamak.
Düşünüyorum da bence çoğumuz konuşmamıza rağmen aslında çok susuyoruz. Konuşuyoruz ama konuşmak istediklerimizi, anlatmak istediklerimizi hep erteliyoruz.
22 yıl oldu annemle konuşmuyorum. Hiçbir şeyimi bilmez. Hiçbir acımı hiçbir mutluluğumu, bana dair hiçbir şeyimi bilmez. O da 22 yıl önce beni susturmuştu. Bendeki de ne inat değil mi? Sustum mu böyle susuyorum işte.
Bazen beraber TV izliyoruz konuşmak için nasıl çabalıyor bilsen. Birilerini anlatıyor, geçmişi anlatıyor, duymuyorum, duyamıyorum. Duymayınca da konuşulmuyor be gözüm.
Kocamın aşkını dinleyecek kadar yürekli olan ben onunla da konuşmuyorum.5 yıl önce O da susturmuştu. O da bilmeyecek ne hissettiğimi, ne düşündüğümü, ne istediğimi. Ömrümün sonuna kadar bu şekilde sürse dahi hiç bir şekilde bana ait hiç bir şeyi bilmeyecek ona karşı da suskunluğum bitmeyecek…
Konuşurken aslında konuşmadığını fark etmek, korkunç bir şey biliyor musun?
Çok konuşurken aslında hiç de konuşmadığımı anladım bir süre önce… Ziyan olan bir ömürden başka bir şey değil bu.
Kahkahalar atarken aslında hiç gülmediğimi fark ettim sonra. Kendime ait birçok şeyi daha fark ettim. Meğer ne çok susmuşum, bak onu da yeni fark ettim.
Seninle konuşuyorum biliyorsun. Konuşurken gerçekten konuştuğumu hissediyorum. Her yazdığımda her sarf ettiğim kelimede tek bir cümlede çok şey anlattığımı görüyorum.
Susmak çok kötü ama konuşmakta bir o kadar güzel. Güzelden öte müthiş bir şey.
Konuştuğumu hissettiğim anlarda kutsal bir şey görmüş gibi hissediyorum. Sonra kendimi ayrıcalıklı biri olarak görüyorum. Kendime verdiğim değer artıyor ve sevgim ve saygım…
Eğer bir gün sende beni susturmaya kalkışırsan seninle de konuşmam biliyorsun. Sana karşı da susarım.
Tam konuşmaya başlamışken susmak...
Beni susturma olur mu? Seninleyken konuştuğumu hissediyorum. Bırak konuşayım. İzin ver konuşayım. İzin ver… Çünkü konuşmak, çok güzel
21 Haziran 2011 Salı
20 Haziran 2011 Pazartesi
Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…
Susarız…
Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…
Susarız…
Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…
Susarız…
Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre…Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git lerle biraz da huzursuz bir bekletiştir susmak…
Susarız…
Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz…Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…
Susarız…
Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır belki…fark edilmesi ve onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır ya da aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…
Susarız…
Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…
Susarız…
Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can cana yızdır…Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiç bir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…
Susarız…
İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran…
Susarız…
Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…
Susarız…
Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…
Susarız…
Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…
Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…
18 Haziran 2011 Cumartesi
Bazen susuşlara saklanıyor sevgiler... bazen de nefretler... Her susuş beraberinde bir birlikteliği getiriyor yada ayrılığın soğuk duvarlarını örüyor araya. Söyleyecek, söylenmesi gereken çok şeyler olduğunda da susuyoruz çoğu zaman. Kendimize anlatıyoruz nedense karşıda ki dinlesin diye hazırladığımız hep 'ben' le başlayan uzun cümleleri.. Ve bitişlerde hep acabalar kalıyor aklımızda...
Her şeyi bitiriyoruz kimi zaman tek bir söz söylemeden, açıklama yapmadan. Susuşlara saklanıyoruz yine...Bırakalım da onlar anlasın diye...
Herşey bittiği zaman başlayan şeyler bazen güzel de olabiliyor ama hiçbiri sonsuza kadar sürmüyor. Sonsuz olacak bu defa diyerek başlanan her şey yarım kalıyor. Yarım hayatlarımıza bir de yarım insanlar ekliyoruz sonra. Ve her her seferinde savunmamız onları sonsuz sanmamız oluyor.
Tükeniyoruz yavaşça... Tüketiyoruz hayatı. Susuşlardan sıyrılıp yol oluşlara sığınıyoruz sonra. Gidiyoruz...uzanıyoruz sonsuza. Yolcular gelip geçiyor üzerimizden adlarını bile öğrenemiyoruz acelelerinden... acelemizden.
Her yolun vardır bir sonu deyip kendi sonumuzu keşfe çıkıyoruz. Vardığımız diğer yol ayrımları da aynı bizim gibi; hepsinin üzerinde izler var geçenlerden ve hiçbirini silebilecek kadar kuvvetli bir rüzgar yok ortalıkta.
Terk edilişler başlıyor sonra yapayalnız kalıyoruz... Kendi yarattığımız sessizliğe çakılıyoruz.
Ve diplerde aruyoruz sonsuzları. Karanlık sarıyor bizi... Karanlıkta buluyoruz geçmişe özlemi... Hayatlarımızı bırakıp geçmişe dönüyoruz, geçmişler varediyoruz kendimize yaşanmamış yaşanması istenen...
Ve artık yüzümüz yok, sesimiz yok, hayallerimiz yok. Cansız bedenlerde can çekişen ruhlarımız var sadece. Uzatmaları oynuyor ruhlarımız...
17 Haziran 2011 Cuma
hani, bir kitap okumaya başlarsınız...
ilk satırlarda çeker sizi içine...
öyle güzeldir ki anlatım…
tüm gerçeklik bir yana... o kurgunun içine kapılır gidersiniz...
öyle kapılırsınız ki... uzaklardan bir el uzanıp tutar ellerinizden...
alıp götürür… uzaklara… kokusu ulaşır size dağların,denizin,çiçeklerin...
bir meltem okşayıp geçer teninizi... dokunuşları hissedersiniz ya yüreğinizde...
hani, bilseniz de kurgu olduğunu... o akışı bırakmak istemezsiniz...
bir yandan merak edersiniz ... "ne olacak?" bilirsiniz oysa... hiç bir şey olmamıştır...
olmayacaktır... her şey sadece ihtimaller bütünüdür...
ve o ihtimaller öyle yaşanılası… ve o kurgu öyle gerçektir ki..
yaşadığınız ana baskın çıkar ya... ama nedense... “son” önemlidir hep...
o kitabın da sonuna ulaşmak istersiniz...
diğer yandan o kitabı bitirmek , o hayali tüketmektir… bilirsiniz….
her sonun bir tükeniş olduğunu öğretmiştir hayat size...
okumak - okumaya kıyamamak bir çelişki olur içinizde...
oysa, çelişki daha çekici kılar o kitabı... daha bir özümsemeye başladığınızı hissedersiniz o noktadan sonra okuduklarınızı...
her sayfada “son” a biraz daha yaklaştığınızı bilerek… her sayfada biraz daha kaybederek… her sayfada biraz daha tükenerek… ve içiniz burkularak o “son” sayfa…
kitabın arka kapağını kapatırsınız usulca…
siz dışarıda kalansınızdır…
her şey ilk sayfa ile son sayfa arasında, avuçlarınızdadır şimdi… sımsıkı tutarsınız birkaç dakikalığına ellerinizde…
hani, bitmesine kıyamadığınız… tüm güzelliğine rağmen devam edemeyeceğini…
gideceği bir yer olmadığını… sadece bir ihtimalin yaşandığını bildiğiniz… bir ilişki gibi… yüreğinizden bırakmak istemeden…
ama artık sadece dışından bakarak… sımsıkı sarıldığınız birkaç dakika gibi…
ve sonra… bir hayat kayar ellerinizden… kütüphane raflarındaki yerini alır… ara sıra sayfaları yeniden karıştırılmak üzere…
E.Ardıc
16 Haziran 2011 Perşembe
Bazen düşünürüz, bütün bunlar hiç olmasaydı diye...
Geriye dönmek isteriz, her şeyin başlangıcına...
Kaybettiğimiz birinin yine yanımızda olmasını arzu ederiz, ölülerimizin dirilmesini isteriz ümitsizce, onlarla bir kez daha, ama bu defa sonunda ölümün var olduğunu hiç aklımızdan çıkarmadan, birbirimizi hiç incitmeden, her anın tadını çıkararak, usul usul yeniden yaşamak isteriz.
Düzeltmek için bir türlü fırsat bulamadığımız yanlışlarımızı düzeltmek isteriz, söyleyemediğimiz her şeyi söyleyebilmek ve yarım kalanları tamamlayabilmek isteriz. İçimizi yakan yanlış anlaşıldım duygusundan bütünüyle kurtulmak için, yarattığımız bütün izleri ve izlenimleri silip, baştan başlamak isteriz.
Hangi hataları yapabileceğimizi bilerek, hiç olmadığı kadar baştan başlamanın ne kadar mükemmel olabileceğini hayal ederiz.
“Keşke öyle demeseydim” dediğimiz her şeyi öyle dememiş olmayı isteriz.
Başımıza gelenleri geriye döndürebilecek gücümüzün olmasını hayal ederiz.
Ama bunu gerçekleştiremeyiz.
Geriye dönemeyiz, ölülerimiz dirilmez, onlarla bir kez daha ve ölümün var olduğunu hiç aklımızdan çıkarmadan yaşayamayız. Düzeltemediğimiz yanlışlarımız hep öyle kalır, söyleyemediklerimiz de söylenmemiş olarak.. sözcüklerimiz bir buz parçasındaki kristaller gibi birbirine kenetlenerek donmuştur çoktan.
Yarım bıraktığımız hiçbir şeyi geri dönüp tamamlayamayız. Böyle bir fırsat elimize geçse bile, yarım kalan şey, artık bizim bıraktığımızdan çok farklı görüneceği için bize, onu tamamlamanın aynı şey olmadığını anlarız. Yarattığımız izler ve izlenimler asla yok olmazlar.
Başımıza gelenleri geriye döndüremeyiz. Ama böyle bir gücümüz olsaydı da bunu kendi lehimize çevirebileceğimizi pek sanmıyorum. İnsanın kendi doğasına hükmetmesi pek kolay değildir çünkü. Ama başımıza gelenler de, kaderin bir oyunu değildir.
Disraeli: “ Kendi geleceklerimizi kendimiz hazırlar, sonra da buna kader deriz,” diyor.
Her şeyi, önceden ve değişmeyecek biçimde düzenleyen esrarlı bir gücün, hayatımızdaki olumsuzlukların sorumlusu olması aslında bizi teselli eder, “Kader böyle istedi” diye geçiştirmek isteriz.
Yanlış seçimlerimiz, aldanışlarımız, yersiz tepkilerimiz, yeteneksizliğimiz, teslimiyetçiliğimiz çoğunlukla kaderin koruması altında değil midir? Kader kendi kendimize sormamız gereken bazı soruların, duymak istediğimiz cevaplarını taşır sanki.
Bu cevapların bizi özgürleştirdiğine inanmak istesek de, öyle olmadığını derinden hissederiz aslında.
Korkak hayatlarımızın, yarım kalmış aşklarımızın, düzeltemediğimiz yanlışlarımızın, kötü seçimlerimizin, kötü yönetilmelerimizin, vazgeçemediğimiz garantilerimizin kaderini hep ‘kader’ mi tayin eder? Peki kaderin oluşumu neye bağlıdır?
Kendi hayatımızın kaderini oluşturmak bize bağlıdır.
Başımıza gelenleri tersine çevirmek ve en başa dönmek istediğimiz zaman da, yeni bir başlangıç yaparken de, sadece bunu hatırlamamız gerekir.
“Kendi geleceklerimizi kendimiz hazırlar, sonra da buna kader deriz,” çünkü.
P.Barısda.
15 Haziran 2011 Çarşamba
Ebu Sufyan’ın oğlu Muaviye, Hazreti Muhammed’e uzun süre direnmiş, en geç Müslüman olanlardandır.Adamın Müslümanlığı geç ama 630’da Müslüman olmuş, on yıl sonra Hazreti Ömer, adamı Suriye Valisi yapmış...Muaviye, Peygamber’in torunu Hazreti Ali ile hep çekişirmiş...* * *
Muaviye’nin Suriye Valiliği sırasında Hazreti Ali de Kufe’de...Kufeli bir tüccar, satacağı malları devesine yükleyip Şam’a varmış; biri, Kufelinin devesine sahip çıkmış:“Bu dişi deve benimdir!”* * *
Tartışma büyümüş, Muaviye’ye kadar varmış. Zaten Şam ile Kufe geçinemiyor, Muaviye koca bir meydanda davayı başlatmış; Şamlıya sormuş:“Bu dişi deve kimindir?”“Benimdir!”Sonra cemaate sormuş:“Bu dişi deve kimindir?”Cemaat bir ağızdan cevap vermiş:“Bu dişi deve Şamlınındır!”Muaviye’de kararını açıklamış:“Bu dişi deve Şamlınındır!”* * *
Kufeli şaşkın şaşkın, neye uğradığını anlayamadan, Muaviye adamı yanına çağırmış:“Bana bak, sen de ben de biliyoruz ki, bu deve dişi değil erkektir, sen Kufe’ye döndüğünde burada olanları Ali’ye anlat, de ki, Muaviye’nin adamları erkekle dişiyi, deveye değil, Muaviye’ye bakarak tespit ediyorlar.”Kıssadan hisse...Asırlar, yüzyıllar geçse de insanlar değişmiyor, adları Muaviye olmasa bile...* * *
Geçen gün birini gösterdiler:“Herifin biti bile işine yarar!”Merak ettik, sorduk:“Kimdir, diye sormayacağız ama, sen bu lafın nereden geldiğini bilir misin?”Hayır, bilmiyormuş, biri söylemiş, hoşuna gitmiş...Anlattık...* * *
Osmanlı’nın en hırsız, en rüşvetçi Sadrazam’ı, Hırvat asıllı Rüstem Paşa’dır, öldükten sonra öyle bir serveti ortaya çıkmıştır ki, kaç çiftlik, kaç dönüm arazi, say sayabildiğin kadar... İşte bu adam, Padişah Kanuni Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’a talip olur.Hemen dedikodu başlar:“Rüstem Paşa cüzzamlıdır!“Nasıl anlaşılacak?O günkü tıbba göre, cüzzam olanda bit bulunmazmış.
Birkaç adamı Paşa’nın çevresine salmışlar, bakmışlar samur kürkün yakasında bitler dolaşıyor, demek cüzzam değil!Halk hemen hicvetmiş:“Olacak bir kişinin bahtı kavi, talihi yarKehlesi dahi mahallinde anın işe yarar”“Kehle”nin bit olduğunu da söylemek gerekiyor.Kıssadan hisse.Her şey, her yerde işe yarar, yeter ki kullanmasını bilmeli.Kullananların hali ortada, kullanamayanların da...* * *
Nef’i’den ibret alsınlar.“Ne dünyada sefa bulduk, ne ehlinden ricamız varNe dergâhı hüdadan maada bir ilticamız var.“El etek öpmek, yaltaklanmak, “yandaş” olmak varken Nef’i’ye özenirseniz, “Biz Allah’tan başka kimseden korkmayız!” derseniz, akıbetiniz Nef’i gibi olur, kelle gider.Herhalde buna da “kıssadan hisse” istemezsiniz.Kıssası da içinde, hissesi de...
H.Pulur.
14 Haziran 2011 Salı
İslamdaki kader kavramı pek anlaşılmayan bir konudur. Bir çok kişi kadercilikten dolayı küfre, şirke ve ateistliğe varan bir sürece girmiştir.
Kaderi, farklı bir bakış açısı ile ele alırsak anlaşılabileceğini düşünüyorum.
Kader kavramındaki kafa karıştırıcı soru şudur; ''Madem Allah (c.c) bizim sonumuzun ne olacağını biliyor. Bizim yaptıklarımızın ne önemi var, sonumuz belli.'' deniliyor.
Kesinlikle doğru Allah (c.c) bizim sonumuzun ne olacağını daha doğmadan bilmektedir. Peki nasıl bilmektedir. Bunu insan olarak düşünürsek tabiki kavrayamayız, bizler çeşitli sınırlamalar altındayız(beden, mekan, kütle, zaman vs..) . Bu yüzden bakış açımızı değiştirmek zorundayız.
Allah (c.c)'ın vasıflarından biri zamansızlıktır. Zamandan bağımsızdır, bizim için olacak olan şey onun için olmuş ve bitmiştir. Kainatın varlığı ve sonuda birdir. Başlangıç ve son diye bir zaman kavramı olmadığı için. Bizim doğumumuz ve dünyadan göçüşümüz onun için olmuş ve bitmiştir. Hangisi önce derseniz, ikiside aynı anda diyebiliriz.
Bundan ötürü kendi irademiz ile yapacaklarımız hayatımızı değiştirmektedir. Kendi irademiz dışında olanlara ise kader denilebilir.
Eskilerin deyimi ile ''Eşşeği sağlam kazığa bağla, gerisini Allah (c.c)'a havale et''
13 Haziran 2011 Pazartesi
Beğendiğimiz erkeklere bakmaktan hoşlanırız, tıpkı erkeklerin beğendikleri kadınlara bakmaktan hoşlandığı gibi.
Göz göze gelmeye bayılırız ve gözlerimizdeki fitilin onları ateşlemesini umarız.
Yay gibi güzel vücutlu, bakışlarından alevler fışkıran güzel adamları beğeniriz ve onlara uzun uzun bakmaktan zevk alırız.
Bizim için zevk ciddi bir şeydir. Onları seyrederken şayet buna değecek kadar çekici görünüyorlarsa, bakışlarımızla onları kutsarız.
Biz sadece bakarız ve zevk almak için baktığımızı bilmek bile yeter bize.
Bizim bakışlarımızın onları nasıl çocuklaştırdığını izleriz, tepkilerinin o sıradaki iç yaşantılarını ele verdiğinden habersiz olmalarını seyretmekten hoşlanırız.
Kendi kendilerine yüklendikleri ilk adımı atma görevinin onları nasıl her defasında yeni yetme bir delikanlı gibi şaşkına çevirdiğini görürüz.
Böyle zamanlarda erkeklere nedense hep basit bir incelik ve sadece umutsuzlarda görebileceğimiz rahat bir davranış hakim olur. Bize yaklaşmak istedikleri o an, bizi hiç tanımadıklarını biraz da korkuyla karışık hissettikleri tek andır aslında. Ama bu duygu, düşünceye geçecek zaman bulamadan yok olduğu için bir daha hiç hatırlamazlar.
Bazen o sırada gülümsememiz, onları anladığımızı göstermek içindir. Onları korkutan bizdeki o şeyden korumak isteriz onları. Bilinmez olduğunu sandıkları şeyi bilinir kılarak onları sakinleştirmek isteriz.
Onların da işi pek kolay değildir, biliriz.
Biz beğendiğimiz erkeklere bakmaktan hoşlanırız, tıpkı erkeklerin beğendikleri kadınlara bakmaktan hoşlandığı gibi.
Ama bizim onları sevebilmemiz için, yay gibi güzel bir vücuttan ve alevler fışkıran bakışlardan daha farklı şeylere ihtiyacımız olduğunu biliriz.
Bazen aradığımız derinliklerin, duyarlıkların ve inceliklerin, kasları kıvamında gelişmiş, bakışları alev alev yanan bir yakışıklıda olmasını hayal ederiz ama tam bu sırada aklımıza Thomas Mann’ın “Değişen Kafalar” adlı o muhteşem hikayesi gelir. Bir Hint efsanesinin anlatıldığı hikayede, bir tanrıça iki erkeğe aynı anda aşık olur.
Biri yay gibi muhteşem vücudu olan ama duyarsız ve sığ bir yakışıklı, diğeri ise olağanüstü ince ruhlu, derinlikli ve bilge bir kişiliğe sahip ama hiç de çekici olmayan göbekli biridir. Tanrıça sevdiği iki erkeğin kafalarını değiştirmeyi o kadar şiddetle ister ki bu dileği yerine getirilir. Artık yay vücutlu yakışıklı olan aynı zamanda derinlikli bilge bir kişiliğe sahip olmuştur, diğeri ise hem şişman hem de sığ ve duyarsızdır...
Ama tanrıça yine de mutlu olamaz, bilge ve ince ruhlu sevdiği, dış görünüşe hiç aldırmadığı için kendi vücudundan da tanrıça kadar etkilenmez; yer, içer ve kısa zamanda eski şişman haline döner. Diğeri ise bu dünyada var olma sebebi yakışıklılığı olduğu için sabah akşam spor yaparak vücuduna eski formunu verir.
Kafaların içi değişmediği için dışını değiştirmek hiçbir işe yaramamıştır.
Biz sevmek için neye ihtiyacımız olduğunu bilir, o tanrıça gibi hatalar yapmayız pek.
Belki bizi bazı erkeklerden ayıran da budur.
P.Barısda
Temel sanat, yaşamdır. İnsan gibi yaşamak, çok insani bir istektir. Bazı insanların iz bırakma çabaları bu sanata yöneldi. Önce kendisine, sonra ailesi, ülkesi ve insanlığa yararlı çocuklar yetiştirmenin önemini kavradılar; onların iz bırakma çabaları da, insan oldu. İnsanlığa yararlı insan…
Çoğu kez yüksek sesle söylenmese bile, iz bırakma çabaları; her zaman anılmak istenen izlere dönüşemedi, ne yazık ki!
İnsanlık tarihi, iyi amaçlarla yola çıkıp, yıkımlara neden olanların sıkıcı, anılmak istenmeyen örnekleriyle iç içe geçmiştir. Erken çağlarda bulunan ateş, insanlığın yaşamını kolaylaştırırken; insan yakmak için bile kullanıldı, hiç düşünülmeyip, bir an bile duraksamadan. Çağlar boyu değişiklik gösterirken, öldürme gücü artan silahlar, savunma değil, saldırı amaçlı kullanıldı, çoğu kez.
Düşünmeye, anlamaya çalışırken merak etti. Sorular sordu kendisine. Yanıtlarını ararken, ölümle sona eren yaşamını anlamlandırmaya çalıştı.
Diğer canlılardan farklı olduğunun farkındaydı. “Ölümüm ve sonrası da farklı olmalı,” diye düşündü. Bu düşünce iz bırakmaktan çok, izin yitirilmemesi düşüncesine götürdü insanı.
Önceleri belli belirsiz, sonraları düşüncelerinde yaşattığı yerlerde, sonsuza dek yaşayacağına karar verdi. İnanç düşüncesi doğdu. Doğumundan sonra, kaçınılmaz ölümle yok olmayacağını düşündü, yaygın olarak. Ölüm sonrasını düşünerek yaşamaya başladı. İz bırakarak değil, iz olarak, sonsuza dek yaşayacağı düşünceleriyle geçti uzun çağlar..
Ayrıca, en zeki kabul edilen insanların beyin gücünü, ancak yüzde onlar düzeyinde kullandığını da düşünürsek; insanlık olarak yapılacak daha çok işimizin olduğunu, emekleme döneminde olduğumuzu bile söyleyebiliriz.
İz bırakma çabaları da, aslında hepimizde var olan bencilliğin bir yansımasıdır. Ancak ne güzeldir ki, bazı insanlar bu duygularını kontrol altında tutabilmekte, en azından amaçlamaktadır.
Bu nedenlerle iz bırakma çabaları önemlidir. Bu amaç için gayret edenler, takdire değerdir. Ancak, insanlık olarak ortak bir amaç haline getirebileceğimiz kuşkuludur. Daha şimdiden 4,5 milyar yıl ömrü olan gezegenimizi, yaşanmaz hale getirmek üzereyiz. Üzerinde insani anlamda yaşam olduğu bilinen tek gezegeni…
Uzun bir yolculuk vardır insanlığın önünde. Tek bir insan ömrüne sığmayacak uzunluktaki yolculuğumuzu sürdürmek için yapmamız gerekenler vardır. Ancak, üzerinde yaşadığı gezegeni insani olarak paylaşamayan insanlık umutları azaltmaktadır, ister istemez.
İnsan olarak, insanlık olarak yapmamız gerekenler vardır; umutsuzlukların umutlara dönüşebilmesi için. İz ve izler bırakmayı amaçlayan insanlar, bu anlamda bir kez daha önemlidir.
Bugünkü uygarlığımızı ve yaşamı kolaylaştıran her değeri, o insanlara borçluyuz. Borcumuzu ödemek adına, iz bırakamıyorsak bile, bırakılan izlere gereken değerleri vermeliyiz. Bununla da yetinmeyip, izlemeliyiz, yaşamlarımızı kolaylaştıran izleri.
İz bırakmak güzeldir. “Benden sonra tufan” demeden iz bırakabilmeye çalışmak; ölmeden, ölümsüzlükle sonsuza taşıyacaktır, insanlık yok olmadıkça yaşamları ve yaşamlarımızı…
A.Özturk.